Pages

21 Temmuz 2009 Salı

Zurnanın "zurt" dediği günler.....

Bahsettiğim fırtına öncesi sessizlik kendini gösterdi. Sandığım kadar uzun sürmedi gelip beni bulması. İşyerinde ki çalkantılı dönemim hala devam ederken, hakkımda usuülsüzlük raporu çıkartıldı. Bize verilen günlük mola hakkımı usulsüz yollardan program üzerinden farkedilmeyecek şekilde fazladan kullanmışım. Tam tamına 9 saat açığım gözüküyor. Kullandığımız program üzerinden rapor çıkartılmış.

Cuma akşamı, şefime insan kaynaklarından bir telefon geldi. Mesaimin bitmesine yaklaşık bir saat vardı. Merakla insan kaynaklarına indim şefle birlikte. “Neler oluyor? Bilgin var mı?” diye sordum. Hiç bir cevap vermedi. İnsan kaynaklarına indiğimizde by.cenin sevimsiz bir şekilde gözlüklerinin altından bakarak hal hatır sordu. Bir an önce konuya girmek istedim. Sanırım işten çıkartılıyordum. Şefle ilgili yaşadığımız sorunları geçtiğimiz haftalarda proje müdürümüz ile paylaşmıştım. O da ikimizin arasında hakem olup sorunlarımızı gidereceğimizi söylemişti. Ve hemen ardından benim şikayetlerimi şefle konuşmuştu. Bu konuşmaların arasından bir hafta kadar bir zaman geçmişti. Şef benimle eskisi gibi uğraşmıyordu. Sakin bi bir hafta geçirmiştik. Derken hiç beklemediğim bir şekilde usülsüzlük yaptığıma dair hakkımda rapor çıkartılmıştı. Bilgi işlem departmanı ile pek bir muhabbetim yada aramızda iyi bir elektriğimiz olduğu söylenemezdi. Şef ise onları çok sever aralarında sıkı muhabbetler olurdu. By.cenin’in bana uzattığı raporu şok ve gülümseyen ifadelerle inceledim. Yapmadığım bir suç ile ispatlayamayacağım bir şekilde suçlanıyordum. susmuştum. İçimden kaça kadar saymam gerektiğine dair bir fikrim yoktu. “bunu kesinlikle kabul etmiyorum, yapmadığıma dair bir ispat yolum varsa gösterin, ama bir bilgisayar programı ile nasıl başa çıkabileceğim hakkında hiç bir bilgim yok” her şey ayarlanmış, kılıfına uydurulmuş. Şefin yüzünde sinsi bir ifade vardı. Sanki amacına ulaşmış, “benim yapıcak bişeyim yok” der gibi bakıyordu. Hiç birşey hissetmiyordum o an. Sadece kötü insanların isteyipte olduramadığının olmadığı, insan yapımı bir bilgisayar programı ile yapılabilecek bir kaç tıklama sonucunda ortaya nasıl raporlar çıkartılabileceğini çok iyi biliyordum. “savunmanı yazmak için yarın akşam altıya kadar vaktin var” dedi by cenin. “söylemiş olduklarımdan farklı bir beyanda bulunamayacağım üzgünüm” dedim. “bakıcaz artık” diye cevap verdi. “peki” diyerek çıktım odadan. “savunma hah!” istifanın başka bir türlüsü. Yada kısaca bok atmanın. O akşam arkadaşım Tuna MFÖ konseri için bilet almıştı ikimize. İşyerinden Nazlı’da sevgilisiyle gitmek için aynı konsere bilet almışlar. Malum şirkette en iyi arkadaşım Nazlı olduğu için bütün gözler zaten ikimizin üzerindeydi. Akşam tesadüfi bir şekildeaynı konsere gidecek olmamız, bunun bir çeşit kimseye söylemeden kendi aramızda yapmış olduğumuz bir organizasyon olduğu düşünülmüştü. Çokta umrumuzda değildi açıkçası gayet neşeli bir şekilde haftanın son gününü tamamlayıp, çok sevdiğimiz bir grubun konserinde tesadüfen birlikte olacak olmamızın keyfini çıkartıyorduk. Ta ki ben insan kaynaklarından çağırılana kadar. Nazlı şimdiye kadar ikimiz üzerinde dönen oyunlar yüzünden oldukça gergindi. İçeri girdiğimde yüzünden alevler fışkırıyordu, ne olduğunu bilmiyordu ama kötü bişeylerin olduğunu hissetmiş gibi yüzüme baktı.

“sonunda istediklerini yaptılar dimi?”Gözleri büyümüş benden bir cevap bekliyordu. Yukarı çıkarken geçirdiğim zaman içinde üzerime atılmaya çalışılan suçu daha iyi algılamış gibiydim ki sinirlendiğimi hissediyordum. Sadece Nazlı değil gruptaki herkes meraktaydı. Altı kişinin çalıştığı kocaman masaya, usülsüzlük raporumu usülsüzce fırlattım. Mesai bitimine yarım saat kalmıştı. Çalışacak durumda değildim. “benim hesabıma yarım saat yaz” dedim şefe emir kipinde. Kafamın içinde bişeyler çıldırmış gibiydi ama ne yüzümde ne de vücudumda tepkimeye uğrayan bir belirti yoktu. Bilgisayarımın başına geçip düşünmeye başladım. Buradan çıktığımda sadece konsere ve arkadaşlarıma odaklanıp bu geceyi kimseye zehir etmeyecektim. Tuna ile konser öncesi yemek yedik, ona olanları anlattım. Hemen hemen aynı işi yapıyoruz, o da benim gibi yöneticileriyle problemli biri olarak uzun uzun konuştuk yaşadığımız sıkıntılar hakkında. Karmaşık bir akşamdı. MFÖ Kuruçeşme’de “mazeretim vaaar asabiyim ben” diye bağırırken bende derinden gelen bed sesimle eşlik ettim içtenlikle. Tabi o stresle geceyi Kuruçeşme’de bitiremezdik. Hazır boğaz havasınıda almışken, bütün sahili beşiktaşa kadar yürüdük, onikiyi geçiyordu Taksim’deydik. Her zamanki mekanımıza gittik. Ara sokak’ta oturduk. Programda bizim sevdiğimiz gitarcı vardı. Adını bir türlü bilmediğimiz, “hani Yaşar Kurt gibi söyleyen çocuk” diye tanımladığımız J garsonun birayı masaya koymasıyla birlikte benim bardağı kafama dikip kocaman yudumlarla içmem bir oldu. Soğuk ve tahatlatıcı. Derken gitarcı çocuk telleri koparttı. Tam karşısındaki masada oturuyorduk, sırtımızı duvara vermiş küçük masalarda şarkılara eşlik ediyorduk. Bir kaç bira ardından, gitarcı çocuk hislerimi anlamışcasına “mikrofonu almak isteyen varsa gelsin” dedi. Alkolünde etkisiyle gidip yanındaki sandalyeye oturdum.”hangi şarkıyı söylemek istersin?” diye sordu. Nedense böyle sorulduğunda ilk aklıma gelmesi gereken şarkı Teoman’ın Kupa Kızı isimli parçası oluyor. “kupa kızı” dedim çakırkeyif gülümseyerek, önce mekanda ki masalara sonra sesimin duyulacağı İstiklal’e, sonrada Tuna’nın gözlerine bakıp girdim şarkıya. Çok güzel söylemediğim kesindi ama yüzümden ve ifademden sanırım güçlü bir alkışa ihtiyacım olduğunu, bu kadarcık sevgi gösterisini hakettiğimi düşündü mekandakiler ve alkışlar koptu o küçük ara sokakta. İşte mutluluk bu kadardı, bu kadar kolay, anlaşılır ve yakındı ihtiyacım olan. Gece yarısı bi ara sokak bar da çok sevdiği ve sadece kendisine armağan ettiği şarkıyı söyleyip, duyduğu alkışlardan mutlu olan bir kız için bu kadar keder çok değilmiydi?

Gece yarısı üç gibi eve geldim, babam balkonda oturuyordu. Sarhoştum. Hiç konuşmadı, hiç bişey sormadı. Gece bitipte el ayak çekildiğinde alkışlardan kopunca, eve gelip yatağa uzandığımda anladımki üzerime bir cinayetin suçunu yüklemişlerdi sanki. Cumartesi çalışacağım için fazla düşünmeden uyumaya çalıştım. Bir kaç saatlik uyku ile idare edebilirdim her zamanki gibi. Sabah kalıp hazırlandım. Nedense bir güzellik vardı üzerimde. Sade ama bir masaldan kaçmış gibi. Evet evet, uzun saçlarım başka bir güzeldi, sanırım dönem dönem gerçek bir rapunzel olabiliyordum. Ama delirmiş olanından!

Nazlı bu Cumartesi yoktu. Diğerleri ise çekilmezdi. Üstelik son günlerde hepsi şefin emrindeydi. Öğleden sonra savunmamı yazdım. Aslında bunu yazmayı düşünmüyordum. Onca yıllık iş hayatımdaki ilk yazılı savunmamdı bu. Üstelik yapmadığım bir usülsüzlükle suçlanırken. Fikir İşçiliği (gezetecelik) yaparken bile buna mecbur kalmamıştım. Akşam üzerine doğru çıkmadan çnce İk’na gittim. By cenin odasındaydı. Savunmamı imzalak üzere okuması için teslim ettim. Sinirlerim bozulmuş bir ifade ile gergin ama sırıtan çenemle dik dik bakıyordum. “istersen bu savunmanı değiştirebiliriz, sen suçunu kabul et, bizde uzatmayalım seni anlayışla karşılayabiliriz” dedi. Duyduklarıma inanamıyordum. “şu an bütün iddialarınızı kabul etmememe rağmen önüme sunulmuş bu rapor bana uygulanacak hiç bir yaptırım kadar yıpratıcı olamaz, siz bazı hataları anlayışla karşılayabilirsiniz fakat işlemediğim bir suçu kebul edebilmeyi de ben anlayamıyorum, gereken neyse yapılsın ben çok sıkıldım, sizde kurtulun bende ”dedim. Bunun karşılığında o yüzünü iyice sersemleştiren gözlüklerinin içinden yüzüme baktı. Hiç birşey demedi. Savunmamı imzaladım ve odaya döndüm. Çantamı alıp terasa çıktım. Bizim projenin dışında diğer projelerden arkadaşlarım oturmuş çay içiyorlardı. Biri Serkan, diğeri de Serkan’ın şefi Leman ve tanımadığım bir kaç kişi daha vardı. Serkan sıkıntılarımı biliyordu, molalarda terasta karşılaştıkça sohbet ederiz sık sık. masada da sohbet koyulaştı bu arada giderek kalabalıklaştık tabi. Masadakiler cumartesi mesaisini tamamlamış kişler olduğu için uzun bi vakit geçirdik. Nedense masadakilerin ortak düşüncesi yanlış insanlarla yanlış projede olduğum düşüncesiydi. Benimse tek düşüncem tamamiyle yanlış bi sektörde yanlış bi işte olduğumdu en başından beri. İşlerden, projelerden, kitaplardan, filmlerden, ilişkilerden epey bi konuştuk. Bıraksak bütün bir cumartesiyi orada geçirebilirdik sohbet ederek. Hava kararmak üzereydi dağıldık. Çıkışta Pio ile buluştuk yemek yedik. İstinye sahilinde dolaştık biraz sonra beni eve bıraktı. Eve geldiğimde oldukça yorgun ve gergindim, hiç bir yere sığamamak zor iş vesselam. Pazar gününüde bütün gün evde geçirerek tamamlamış oldum. Ve pazartesi sabahı, hiç bir şey olmamış gibi davranmak oldukça zordu. İk'dan savunmama henüz bir cevap çıkmamıştı. By cenin'le bir daha görüşmedim. İK müdürü ile görüşmek istedim ama müsait olmadığını söyleterek geri çevirmişti. akşama doğru şefin sorun çıkartma saati gelmişti. Bu defa da işlem kayıtlarımı incelemeye almıştı, kendince bulduğu hatalarımı sıralamış ve önüme koymuştu. Hiç tartışmaya girecek gücüm yoktu. Ne olacaksa olsunlardaydım artık ve pazartesi gerginliğinin de ardından istifayı kafama koyarak eve geldim. Bu sabah rutin sabah istişaremizi yapmak için yine molaya çıkıp durumumuzu masaya yatırdık. Sabah gelir gelmez istifamı yazmıştım. Şefe istifa etmek istediğimi söyledim. Tam da beklediğim tepkileri vermeye başlamıştı. "ben seni kaybetmek istemiyorum, istifa çözüm değil bence sakin kafayla düşünemiyorsun." delirmiş gibi haykırmaya başladım, "ben kaybedilecek duruma gelip, kazanılmak içinde senin vicdanına kalmadım, bu kadarı bana fazla yapmadığım şeylerle beni suçlayıp sonrada beni sözde kazanmaya çalışarak islah edilmeye çalışılan onyedi yaş sendromlu ergen muamelesi yapamazsınız" etrafta kimse yoktu. söylediklerimi hiç duymamışcasına "istifanı kabul etmiyorum, önümüze bakıcaz bundan sonrasını düzeltmek için" diyerek sigarasını söndürüp odaya geçti. Hala ne yapmaya çalıştığını anlayamaıyorum ve çok fazla sıkıldım artık. Zaten bu işi sevmiyorum ve böyle aptal saptal insanlarla yeterince yıpranmış ruhumu daha fazla sıkmaya hiç niyetim yoktu. Kocaman bir günü yine gözüm saatte akşam olmasını bekleyerek, istifamın ardından planladığım tatili hayal ederek geçirdim. Önümüzdeki günlerin de bol sürprizli ve stresli geçeceği kesin. Bir kaç gün daha olacaklara bakıp istifamı imzalayıp, alıp çantamı sırtıma basıp gitmek var aklımda...

Gitmek....

18 Temmuz 2009 Cumartesi

Dün, bugün, yarın....

Hayatım tuhaf bi şekilde devam ediyor. İşe gidiyorum eve geliyorum, insanlarla sohbet ediyorum. Eskisi gibi gece dışarı çıkmıyorum. Alkolden de epey bi uzağım. Ailemle daha çok vakit geçiriyorum. Akşamları yemekten sonra babamla uzun sohbetler ediyoruz annemin balkona kurduğu yemek masasında, havadan sudan işlerden gündelik gelişmelerden konuşuyoruz. Ne mutluluğa ne de mutsuzluğuma dair bir belirti yok. Herşey sıradan, herşey olması gerektiğinden daha da durağan. İşyerinde müşterilerle yaşadığım stres haricinde kafamı yoran başka birşey yok. Bir de borçlarım tabi. Kitap okuyorum yoğun bir şekilde. Akşamları babamla yaptığımız sohbetlerin ardından odama çekilip yüzlerce sayfanın arasında kayboluyorum. Okuduğum hayatlara karışıp kendime fantastik dünyalar kuruyorum. Kahramanlarım oluyor, onları düşünüyorum. Onların gerçekte yaşadıklarına inandırıyorum kendimi, yaşadıkları aşklara imrenip onların yerinde olmak için neler verebileceğimi düşünüyorum. Sonrası malum. Geçmişi düşünüyorum, Harun’dan ayrıldıktan sonrası ve öncesini. Hayatımda hiç bişey değişmedi. Hiç birşeyi unutmadım, hatırladıklarımsa çok yabancı birine özlem duymama sebep oluyor. Evet kafam çok rahat ve hayatım olması gerekenden oldukça durağan dedim. Harun’u ve onunla geçmiş zamanı, anıları düşünmek beni rahatsız etmiyor. Acı diyemeyeceğim ama içimde henüz neye benzediğine karar veremediğim bi duygu var. Sanki daha önce hiç varolmamış bir duygu bu. Adını bilmiyorum. Bu duygu Harun’u ortadan ikiye bölmeme sebep olmuş bilinçsizce. Bir yarısı çok sevdiğim beni çok seven, asla ihanet etmeyeceğini sandığım, daha önce hayatıma giren hiç bir erkekte hissetmediğim aidiyet duygusunu bana yaşatan, kokusunda huzur bulduğum, uykumda bile sevdiğim adam, diğer yarısı ise beni yaptığı acıtasyonlarla, sırf benim daha mutlu olmam için sahte gözyaşlarıyla ağlayarak ayrılmamız gerektiğini söyleyerek, onca yalvarmalarıma rağmen beni acımasızca terk eden, asıl sebebinin en yakın arkadaşının sevgilisi ile beni aldatıyor olduğunu çok sonradan öğrendiğim aşşalık iki yüzlü aç gözlü karaktersiz bi insan. Bu iki varlığı bir türlü yanyana bir bütün halinde canlandıramıyorum gözümde. Ama ikisi de o kadar gerçek ki, nefret bile etmeyecek kadar sıfatsızlaştırıyorum onu. ne yazıkki bu duygu beni yoruyor. Hemde çok. Arkadaşlar arasında konusu geçtiğinde ondan iki tane varmış gibi konuşuyorum farkında olmadan, dengesiz duygularım bir çoğunu endişelendiriyor.



Son zamanlarda beni bir tuhaflığın beklediğini hissediyorum. Fırtına öncesi bu sessizlik bana bir şekilde geri dönecek gibi...

10 Temmuz 2009 Cuma

Cuma sabahı...

Bu sabah güne güzel başlamak istedim. Sabah biraz geç kalksamda annemin yoğun çabalarıyla uyandım. Kahvaltımı ettim. Dağınık odamda etrafa saçılmış kıyafetlerime uzun uzun baktım. Bir süredir giymediğim siyah keten pantolonumu ve üzerinede krem rengi bir yüzücü giydim. Hafif bir makyaj yapıp kokularımı sürüp çıktım evden. Tam kapıdan çıktım bir kat merdiveni indim babam seslendi arkamdan, aşağıdan bende ona seslendim, “geç kalıyorum baba buradan söyle..” dedim. “Yukarı çık biraz” dedi. Homurdanarak çıktım merdivenleri. “ ne oldu baba” dedim. “neden hoşçakal demeden gidiyorsun” dedi beni süzerek hatta ben merdivenlerin tamamını çıkmadığım için beni görebilene kadar evden dışarı çıktı. Şaşırdım ve ürperdim. Ben çok nadir evden çıkarken hoşçakalın derdim, en azından babama. Ne söyleyişimde ne de söylemeyişimde bir anlam olmadı şimdiye kadar. Özellikle değildi yani, yada bir alışkanlık değildi. Gereksiz yere sinir yaptım, homurdandım. “tamam kızım, tamam” dedi ve içeri girdi. Bu defa hem ona hem kendime kızdım. Onun durup dururken yaptığı alınganlık ve benimde fevri tepkim sabah sabah canımı sıkmıştı. Zaman ve hayat onu böyle yapmıştı. Parmaklarının kesilmesinden sonra işleri eskisi gibi yolunda gitmedi. Babam sanatkar adamdı. İşinden aldığı zevki ve kazandığı ekmeği sanatındaydı. Emekli oldu. 48 yaşındaydı ve emekli olduğu gün bütün gençliğini kaybetmişti. Kendini evde oturan işe yaramaz bir ihtiyar gibi hissetmeye başladığını düşünüyordum. Onun için bişeyler yapmalıydım. Bu akşam arkadaşlarla taksime gitmeyi planlıyordum ama iptal edip, babamla tavla turnuvası yapmak daha keyifli geldi. Hem onu hemde kendimi mutlu edebilirim böylelikle. Yaşım ilerledikçe yer değiştirmeye başlıyoruz galiba. Evin tek çocuğu olmanın, sanılanın aksine ne kadar sorumluluk ve olgunluk istediğinin hep bilincindeydim ve bu da benim, onların evin çocuğu benimse bir ebeveyn gibi hareket etmemi gerektiriyordu. Bu düşüncelerle işe geldim. Eşyalarımı masama bırakarak terasa çıktım. Kızlar çay içiyordu. Şirkette aktivitesi bol bir terasımız var. Çeşitli oyunların, yer minderi ve armut koltukların bulundğu ve çardak altında istirahat etmemiz için aynı zamanda boş vakitlerimizde kitap okuyabileceğimiz bir alana sahibiz. Bu yüzden işe başlamadan motivasyonumuzu dengeleyebilmek için mesai sattimizden en az yarım saat erken gelmemiz gerekiyor. benimde 20 dakika gibi bir sürem vardı. Odaya girdiğimde herkes dışarı çıkmış bir tek Nazlı beni bekliyordu. Ekip içerisinde bir tek birbirimizle anlaşıyorduk, çıldırtan dedikodular, hasetlikler ve kıskançlıkların karşısında dayanışabiliyorduk. İş yerindeki en yakın arkadaşım diyebilirim onun için. Terasta çayımızı içtikten sonra odamıza döndüğümüzde masamda bir paket buldum. Kısa bi an içinde aklımdan bir sürü şey geçmişti. Bu ayın performans birincisi değildim ve takım liderimiz asla böyle bir jest yapmazdı. Paketi elime alır almaz gözlerimi Nazlı’ya çevirdim refleks halinde. Gülümsediğini gördüm. Paketi açtım. İçinden çok güzel bir Fenerbahçe kalemliği çıktı. İnanılmaz derecede mutlu oldum. Bütün gözler üzerimizde ve sıkıntılı bir sessizlik oldu odada. Sesimizdeki dostluğun ve yüzümüzdeki gülümseyişimiz kıskanç bakışların hapsindeydi. Koşarak yanına gittim ve sarılıp teşekkür ettim. İğreti çalıştığım bu işte şimdiye kadar hiç bu kadar mutlu olduğumu ve biri tarafından sahiplenildiğimi hatırlamadığımı düşündüm. Hediye seçerken sıradan bir kalemlikte alabilirdi, değeri önemli değildi, tuttuğum takıma ne kadar önem verdiğimi düşünmüş ve özellikli bir hediye olmasıda çok daha anlamlı kılmıştı bunu.
Yaklaşık bir saatin içinde işten kaytararak ara ara bu satırları tamamlamaya çalıştım. Yazmak istediğim, paylaşmak istediğim daha çok şey var ama zamanım yok ne yazıkki, ve malesef hep bu kıt zamanlarda geliyor içimdeki bu yazma isteği..
Öpito;)

6 Temmuz 2009 Pazartesi

bak bebeğim, annen seni unutmadı, unutmayacak...

Kimsenin neler hissettiğimi bilmediği, bilmeyeceği o günlerin yıl dönümündeyim. Biliyorum bebeğim bir gün seninle yüzyüze gelceğiz, o gün geldiğinde senin yaşama olan hakkını elinden aldığım için beni sorgulayacaksın. İçimdeydin ve ben gitmek zorunda olduğunu bile bile seninle gecelerce sohbet ettim. Minik bedenini, öpülesi ellerini ayaklarını sevdim hayalimde. Öyle güzel öyle masumdun ki, cinsiyetinin ne olabileceği konusunda hiç bir tahminim yoktu. Yüzün neye benzerdi, annen gibi simsiyah saçlarla mı doğardın? Kimbilir belki! Varlığın nasıl olurdu bilemedim ama kaderini bilmek çok acıydı. bir kaç gün sonra bir kürtaj masasında ayrılacağımızı ve senin başlamadığın bir hayatın kıyısından döneceğini çok iyi biliyorudum. Bunu yapmak zorundaydım, çümkü lanet olası hayatım böyle emretmişti bana. O hep eski filmlerde gördüğüm çocuğunu cami önüne bırakan anneler kadar çaresiz ama lanetli hissettim kendimi. bir kaç gün sonra atmosfer ile buluşamadan içimde verdiğin son nefeslerinin, tam bir yıl önce bu zamanlar içimde hayat bulduğun günlerini yaşıyorum. Gidişin benden çok şey götürdü bebeğim, bak annen seni unutmadı, unutmayacak... geceleri rüyamda görüyorum seni, hiç doğmadan, hiç büyümeden kalacaksın rüyalarımda. Öpülesi ellerini, yüzünü seveceğim. Kokunu hayal edeceğim ve her defasında ellerimi yumruk yaptığımda gözlerimden döküleceksin...