Pages

26 Şubat 2011 Cumartesi

Dengesiz Replikler

Bir sinema filmine gidip gitmeme hikayesi, yazışma aynen şu;

Arkadaş: -güzelmiydi?
ben: -daha gidemedim. belki yarın.
Arkadaş: belki gelirim benide ara giderken.
ben: tamam yarın öğlen gibi ararım.
Arkadaş: ben bu gece giderim heralde.
ben: DENGESİZ misin?

?????

Bir ölüye medyanın son kurşunu!

Bu güne kadar Defne ile ilgili tek kalem çizttirmedim. Hiç bir habere yorum yapmadım. Üzüntümü de, kızgınlığımıda mümkün olduğunca dile getirmek istedim. "Ay çoğğ üzüldüm yaağğ" kisvesi altında profil fotoğrafları oldu,  çok namuslu! (ki kime göre neye göre?!) başyazarların bu günde ne yazsam dertlerine derman edip, kalemleri içlerine kaçasıca yazılara yorumlara, "Hımmm aslında şöyleymiş böyleymiş yok efendim su testisi..." ( kadar kafanıza taş düşsün) gibi çirkince yazılar ve yorumlara mağruz kaldı.

Şimdi ben bu yazıyı yazarken, Defne'yi çok sevdiğim için mi yazdım?  "pek eğlenceliydi, deli dolu kızdı yazık oldu diyerek, kör gözü ölünce badem, kel başı şimşir tarak yaptığım için mi? Hayır hiç biri değil! Sağlığında da benim için sıradan biriydi, bir insan, bir kadın, işini kendince iyi yapan, özel yaşamı kendine mahsus, bana göre herkes gibi biriydi. Bir çocuğu olduğundan, kocasının kim olduğundan bile haberim yoktu. Bu yazıyı yazıyorum çünkü az önce ....... Gazetesinin internet sitesinde insan hayatına ve en önemlisi bir ölüye saygısının sınırlarını zorladığını gördüm.
"Defne'nin aile albümünden çok özel fotoğraflar", "Defnenin hiç görülmemiş, gün ışığına çıkmamış fotoğrafları"
Adı üstünde "aile", "özel" gibi kavramları başlık yapmışsın! Tamam kabul, evine girip gizlice almamışsın bu fotoğrafları, belli ki yakınları ulaştırmış, ama ayıp be kardeşim!
Fotoğraf konusunda hassas bir insanım, kendi fotoğraflarımda dahil olmak üzere insanların bu konuda mahremiyet hakkı olduğunu düşünürüm. Kendi kişisel sokak ve insan temalı  fotoğraf çekimlerimde mümkün olduğunca izin almaya dikkat ederim. Diyeceğim şu, herkesin bazı kaygıları vardır, bir çok insanın beğenmediği fotoğraflarını (özellikle facebook içinde) kötü, uygunsuz yada herhangi bir sebepten beğenmediği halini herkes görsün istemez. Belki silmez yada sildirmez, ama bu fotoğraflar "çok özel", ya da "aile" diye bildiğimiz alanlarda saklanır anı arşivlerimizde. Gayri ihtiyari baktım, hepsi gayet gündelik ev halleri, aile halleri. Hayatta olsaydı elbetteki istemeyecekti bunların yayınlanmasını -ki yaşamında da kimse böyle sansasyonel bir ranta ihtiyaç duymayacaktı. Bu (her kim olursa olsun) ap açık ölüye saygısızlık değilde nedir? Sorarım!!

Asıl ayıp, asıl günah içimizde, ruhlarımızda.
Ve biz Defne'nin ardından, onun gibi nicelerinin ardından, bu pislik çukurunda, bu rant yatağında, bu adi medya ile  yaşamaya devam ediyoruz. Evet ben, az önce Defne'nin belki de görülmesini hiç istemediği fotoğraflarına bakan ben de dahil!

Yeni ölümler, yeni kayıplar, yeni şöhretler.... Bütün açlığımız ve hayvansallığımızla sizi izlemeye devam edeceğiz.... Sizde bizi izlemeye devam edin.... Edin ki görün ardınızdan en yakınlarınızın bile nasıl çirkinleştiğini, ölünüzün birileri tarafından nasıl zevk, nasıl çıkar ve ne kadar para ettiğinizi!!!

Buna kimseyi dahil etmemek için, basın kuruluşunun ismini ve linkini belirtmiyorum, yazımı etiketlemiyorum!

24 Şubat 2011 Perşembe

Küf Project - Muzur Gerilla Gururla Sunar....



Küf Project!

Kendileri  Ankara'nın muzur gerillaları oluyorlar. Çeşitli eylemlerle beğenmedikleri, çoğunluğun dile getiripte suskun kaldığı olmazlara manzara konduruyorlar. Çokta güzel yapıyorlar. 

Küf Project, aslında dünyanın başaramadığını yapıyor. Kan dökmeden, insan öldürmeden, savaşmadan, çirkinleşmeden de eylem yapılabildiğini gösteriyor. Dünyanın çeşitli yerlerinde bu tarz gruplar mevcut. Newyork ve Londra'da benzer eylemler yapan banksy gibi. Türkiye'de de görmek şahsım adına beni memnun etti. Şimdilik sadece Ankara'da kendilerini gösteren Küf Project'i derhal İstanbul'da görmek hatta desteklemek isterim. Bilmeyenleriniz, duymayanlarınız kaldı mı bilmiyorum ama kalmaması açısından burada da yaptıkları eylemleri paylaşmak istedim. 

İlk eylemleri zamanın en gözdesi olan hatta  comodore 64'te oynanabilen oyunun kocaman ağızlı kahramanı pacman ile ankara kaldırımlarına bir ayar çektiler.  


Tunalı Hilmi Caddesi üzerindeki 3 adet duraklama yapılmaz tabelasını yekpare bir sticker hamlesiyle barış işaretine çevirdiler, mesajları ise şuydu;



"
Tüm alevilere, sünnilere, şeriatçılara, laiklere, emeklilere, emo’lara, artistlere, ateistlere, metalcilere, damarcılara, punklara, memurlara, sağcılara, solculara, bilumum futbolculara..

Savaşmak yerine sevişmeyi tercih ediniz,
Hepinize “bir orman gibi kardeşcesine” günler dileriz.
" dediler. 


Yine bunlarla kalmayıp GO PAŞA tabelasını, manidar bir şekilde TOSUNPAŞA'ya çevirerek alması gerekenlere bir mesaj daha verdiler. 

En son eylemleri ise, haber bültenlerinde epey ses getiren. Pisuarlı "küçük 1 Lira" yazılı pankartı asmaları oldu.


Pisuar eyleminin ardından yapılan şiirimsi açıklama ise beni benden almıştır;

bi’ pisuarı eksik kuğulu alt geçidi. işe bak!
kalitesiz, çirkin, 3. dünya fıskiyeleri. işe bak!
zincirlerle çevrilmiş, yaya trafiğine kapatılmış meydanlar. işe bak!
açık hava otoparkına çevrilen tunalı hilmi caddesi, yoktan var edilen sektörler, rantlar. işe bak!
en yakını şehir merkezine 20km uzaklıkta bulunan parklar, bahçeler. işe bak!
büyüdüğümüz kaldırımların yerini alan, sıradan, zevksiz alışveriş merkezleri. işe bak!
her seçim öncesi telaşla kurulmuş hayallerin ürünü projeler, asla gerçekleşmeyeceği bilinen fantastik vaatler. işe bak!
fahiş karlarla satılan belediye hizmetleri, işlevsiz demir yığınları. işe bak!
hafızasını kaybetmiş, ruhunu yitirmiş bir kent.
ve karşınızda avrupa konseyi ödüllü şehir (!), ankara.
işe bak! işe!
büyükşehir küçük 1 tl

Tüm bunları yaparken bütün hazırlık aşamalarını bir backstage ile kayıt altına almayıda unutmamışlar. Kendilerini tebrik ediyor, ve en kısa zamanda Türkiye geneline yayılmalarını özellikle büyükşehirlerde! eylemlerine devam etmelerini rica ediyorum. "Eğer buralara gelirseniz malzeme bol gençler" diyerek selam ediyor gözlerinden öpüyorum. 


Tosun Paşa

Küçük 1 Lira!


İncir Reçeli



bu güne niyetlenmiştim ama yarına kaldı.
fragmanından anladığım kadarıyla kasevtli ve sıkıcı bir izlenim bıraksa da bende çekici bir melankolisi var filmin. birde müzikleri tabi.
izleyipte kızın sırrını söyleyenin taaaaaa......... :) bilginize :)

23 Şubat 2011 Çarşamba

Bir Kadını Tanımak

Bir kadın tanımak...

Bütün gel-gitleri, kaprisleri, küçük şımarıklıkları, korkuları, şaşkınlıkları, hercailikleri, hayal kırıklıkları, aşkları, terk edilişleri, başarıları, başarısızlıkları, kurnazlıkları, saflıkları, çocuk ağızları, şirinlikleri, küçük yalanları, büyük itirafları, kocaman yürekleri ile kendi olmaya çalışan kadınları tanımak...

Bir kadını sevmekle baslar her şey ama, bir kadını tanımakla varılır hayatın sırrına. Bir kadını tanımaya soyunmak zor ama keyifli bir yolculuğa çıkmaktır. Dört mevsimi bir yürekte buluşturur, bu yüzden de sürekli şaşırtırlar. Sürprizlerin ardı arkası kesilmez. Zordur anlamak onları. Benzemek gerekir anlayabilmek için belki de! Kendi zekasını hatırlatanları sever, sevgisini göstermekten ürkmeyenleri, sürprizlere hazırlıklı olanları bir de. Muson yağmurları gibi yağarken, Sahra' da çöl fırtınası koparıp ardından güneş olup ısıtabilirler. Dedim ya bir dünyadır kadınlar, yürekleriyle konuşan, gözleriyle gülen...

Bir kadını sevmekle başlar her şey ama, bir kadını tanımakla anlaşılır, hayatın
sırrına ancak aşkla varılacağına. Sevgi arsızıdır kadın. Verdiğinden daha
fazlasını isteme bencilliğini gösterecek kadar sevgi arsızı... Bu yanını doyurunca şımaracağından korkanlar, birlikte çoğalacaklarını bilmeyenlerdir. Bir kadını sevmekle başlar her şey ama, bir kadını tanımakla kanat çırpılır özgürlüğün bütün maviliklerine. Kendine inananlara, aşka inananlara koşar. Hem yaman bir aşk avcısı, hem de
engebeli yollarda koşmaktan bitap aşk yorgunudur kadın. Bir kadını sevmekle baslar her şey ama bir kadını tanımakla çıkılır keyifli serüvenlere. Hayatla dalga geçmesini bilir kadın, tıpkı kendiyle dalga geçmesini bildiği gibi. Ağız dolusu gülüşlere teslim olur. Bir kadını sevmekle başlar her şey ama bir kadını tanımakla tanık olunur
tutkuların gücüne. Göze alandır kadın. Çekip gitmeyi, sahip olduklarından
vazgeçmeyi, karşılık beklememeyi...

Mücadele eder, kızar, bağırır ama hep sever. Dedim ya bir dünyadır kadınlar, yürekleriyle konuşan, gözleriyle gülen... Yüreğini sevgiye açan ve sevmekten korkmayan bütün kadınlar gibi... Şimdi bir düşünün, kaç kadını değil bir kadını tanıyabildiniz mi bugüne değin? ? ?

Tanrı, kadınlara geçmişi ve geleceği, erkeklere ise yaşadığı günü armağan etti, kadınlar geniş bir zamana yayıldıkları için huzursuz, erkekler daracık bir zamana sıkıştıkları için anlayışsız olurlar.

Ahmet Altan

Tam Zamanı

Yemek de boş içmek de. Hatta yeri gelmeden sevişmek de.
Tam zamanında öpmelisin mesela güzel gözlünü. Tam zamanında söylemelisin sevdiğini, gözlerinin içine baka baka.
Bisikletinin gidonunu tam zamanında çevirmelisin; düşmemek için. Tam zamanında frene basmalı, tam zamanında yola koyulmalısın....
Tam zamanında okşamalısın başını o üzüm gözlü çocuğun, hıçkırıklar tam dizilmişken boğazına, tam ağlamak üzereyken.
Tam zamanında koymalısın elini omzuna, en sevdiğin dostunun babası öldüğünde.
Tam zamanında tutmalısın düşerken, üç yaşındaki sehpaya tutunan çocuğu.
Tam zamanında acımalı yüreğin, Afyon'da Hasan Ağabey' in evi yıkılınca başına. Evsiz kalınca çoluk çocuk; ki uzatasın elini bir parça.
Tam zamanında açmalısın kapını, hayatına girmek isteyenlere. Tam zamanında çıkarmalısın, sevginden şımarmaya başlayanları.
Tam zamanında affetmelisin kardeşini; biliyorsan yüreğinde kötülük olmadığını. Seni gecenin üçünde arayıp da, kafasının iyi olduğunu söylediğinde.
Tam zamanında öğretmelisin oğluna; gerekiyorsa yumruk atmayı: Tam burnunun üstüne tiksinmeden pisliğinden, yukarı mahallenin sümüklü bebesi, misketlerini zorla almaya çalışırsa.
Tam zamanında bağırmalısın, acıyınca bir yerin. Tam zamanında gülmelisin, Kemal Sunal küfür edince filmin bir yerinde.
Tam zamanında yatmalısın; yola çıkacaksan ertesi gün ve arabayı kullanan sensen; sana emanetse çoluk çocuk ve kendin.
Tam zamanında bırakmalısın içmeyi; son kadeh bozacaksa seni ve üzeceksen birilerini; ertesi gün hatırlamayacaksan.
Tam zamanında ayrılmalısın misafirliklerden.
Tam zamanında konuşmalı, tam zamanında şarkı söylemeli, tam zamanında susmalısın.
Tam zamanında terk etmelisin gerekiyorsa, annenin babanın evini. Tam zamanında başka bir şehre gidip, ayaklarının üzerinde durmaya çalışmalısın.
Tam zamanında dönmelisin memleketine.
Tam zamanında için titremeli, tam zamanında âşık olmalı; deli gibi sevmelisin güzel gözlünü.
Tam zamanında toplamalısın oltanı; belki de seni şampiyon yapacak en büyük balığı kaçırmadan.
Tam zamanında yaşlandığını hissetmeli, tam zamanında ölmelisin; ıskalamak istemiyorsan hayatı.

Haydi, şimdi kalk bakalım; silkin şöyle bir: At üzerinden hayatın yorgunluğunu; vakit zannettiğinden daha az. Haydi, kalk bakalım: Şimdi YAŞAMAK ZAMANI
Can Yücel
(Gecenin bu saatinde, belkide TAM ZAMANIDIR diye paylaşmak istedim)

20 Şubat 2011 Pazar

çarşı depresyonda!

sabah sabah, daha doğrusu öğlen öğlen sinirlerim bozuldu arkadaş! malumunuz bu akşam Fenerbahçe - Beşiktaş maçı var, bana göre ezeli derbi olmayan bu maçta beşiktaşlıların (bakınız eziktaşlılar demiyorum ısrarla) holigan çarşı ruhu yine hat safhaya ulaşmış tavan yapmış durumda. en yakın arkadaşlarımdan Zeyno'yu aradım önce, geçen akşam Kiev karşısında ki mağlubiyetleri ve kaptanları Üzülmez'in  kovulması! sonucunda düşen morallerine hakikaten üzülmüştüm.  bu sabahta gayet halisane duygularımla aradığım arkadaşıma "bu akşam için bol şans" diledim. kendisinden aldığım cevap "ben size şans dilemiyorum" oldu. aha o dakka tepem attı, bizim şansa ihtiyacımız olsa -hele helede şu anki durumu göz önünde bulundurursak her yönden dibe vurmuş bi takımın taraftarı söylüyor bunu- zaten ben sana şans dilemem. niyetim esprili bir şekilde tamamen fair-play çerçevesinde moral vermekti. bu sefer bende aldığım cevap karşısında saldırıya geçtim, karşımdaki eziktaşlı arkadaşta her zaman olduğu gibi belden aşşa vurabildiği tek nota "29 sene oldu be oha fenerbahçe" den çıkış yapmaya başlayınca, bende ona, bu marşla beni ezemezsin bu marşın orjinali "6 tane atılır mı be oha fenerbahçe.. dir daha güçlü bi yerden çıkış yap" karşılığında aldığım cevap yine gayet ezik ve ezikliğin verdiği saldırı ruhuyla, hatta en iyi savunma saldırı mottosuyla, "beni tahrik edeceksen kalbini kırarım" diyerek üste çıkmaya çalışarak telefonu yüzüme kapatma meylinde bulundu. böyle yani. tamamdır, olmuştur bu takım şimdi dimi? bence olmuştur abi.
eğer bu yazımı okuyorsan kanka, bilki sana bu gün çok öfkeliyim, maçın sonucu her ne olursa olsun seninle bu günkü telefon görüşmemizin bir benzerini daha yapmak istemiyorum.

futbolla kızsal kaprisleri birbirine karıştırmayacak kadar laik bir fenerbahçe taraftarıyım. ama bu yaptığınla tam bir çarşı duruşu sergilediğin için bende sana futbol taraftarı etikliği ve ahlakı üzerine biraz yontulmanı öneririm. yoksa çarşı pazar delikanlıyı bozar bilesin!!

neyse akşama gelecek olursak, bu gece maçı yine diğer bir beşiktaşlı arkadaşım papatya ile izleyeceğim. ufak çapta bi sofra eşiliğinde sakin ve galibiyetle sonuçlanan bir gece diliyorum.

18 Şubat 2011 Cuma

hay bin depresyon!!

son zamanlarda sürekli bir evde oturma hali, camdan bile kafayı uzatmaya üşenme hali var üstümde. ah ah nerde o  taksim beyoğlu ortaköy kuruçeşme gecelerinin aranan delirapunzeli. 

geçenlerde bi alışveriş merkezinde mağazalara bakarken fark ettim. eskiden gece dışarı çıktığımda giyeceğim türden kıyafetler bakardım kendime, şimdi ne yapıyorum biliyor musunuz? evde giyebileceğim türden pijamalar eşormanlar, pofuduk terlikler falan bakıyorum, üstelik acımasızca alıyorum bunları! yaşlanıyorum azizim.

az önce bir mesaj daha aldım bir kız arkadaşımdan "akşam balancta özlem tekin var gidelim mi?" diyor, hiç cezbetmiyor bile. kılımı kıpırdatmaya niyetim yok. hatta tüm bu eve kapanma durumumun ispatı olarak durmadan puzzle yapıyorum. kendimi puzzle parçalarının arasında kaybetmiş şuursuzca kendimi bırakışımı resmediyorum.

saçlarımı boyamam gerekiyor, hafiften seyreden beyazlarım ve kırılmış uçlarım var, umrumda değil.
gidip görülecek yerler, çekilecek fotoğraflar var, hevesim yok.
okunması gereken kitaplar, izlenilmesi gereken filmler var, uykuya sığınıyorum.
aranacak sorulacak dostlar var, ama kalp kırıklıklarım daha çok.


bütün bu mutsuzluğumun gerçekten ciddi bir sebebi yok! insanlar nelerle uğraşırken ben şımarıkça kendimi cezalandırıyorum...

kim bilir belki bahar gelir, pencereden güneş girer,  çiçekler böcekler falan şenleniveririz. 
olamaz mı? olabilir :)))

DeliRapunzel'in Blog Macerası ve İstasyon Cafe

Çoğu blog yazarı gibi benimde ilkokul ve ortaokul yıllarında günlüklerim vardı. köşe bucak sakladığım. heyecanla yazardım, ajandalar doldurdum hala hepsi duruyor. kağıda deftere yazmanın keyfi başkaydı. uzun bir süre adapte olamadım klavye üzerinde yazmaya. blogla tanışana kadar word belgelerinde biriktirdim günlüklerimi.

bir gün bloggerle tanıştım. herkesin okuyacağı bir alanda yazmak, günlük tutma heyecanını bambaşka bir noktaya taşıdı. 2008 de başlayan blog macerası bana çok şey kattı. kendime bir ayna yaptım. yazdıkça kendimi daha iyi tanıdım, okuyanlarla kendime farklı çerçevelerden bakabilmeyi öğrendim. zamanla arkadaşlıklar dostluklar buldum. sanal bir dünyada gerçekten daha gerçek insanlar tanıdım. 

dertlerimi, hüzünlerimi, sıkıntılarımı, sevinçlerimi aşklarımı paylaşırken, o sanal dediğimiz insanlar çoğu zaman hayatımda sanal olmayan "gerçek!" insanlardan daha samimi daha objektif oldular. eleştirilirken de sevilirken de, sövülürken de yüzde bin beşyüz hissettim samimiyeti ve menfaatsizliği. 

yollar, yıllar, aşklar, çeşitli iş maceraları, dostlar ve anılar biriktirdim. ağlarkende yazdım, sarhoşkende. dişimdeki çöpüde yazdım, yüzümdeki sivilceyide. bazen aylarca elim gitmedi klavyelere, arayan soran mail atan "nerelerdsin?" "iyimisin?" "herşey yolunda mı, yaşıyormusun?" diye merak edenlerim oldu. bu duygu paha biçilemezdi. yakıp yıkan ayrılık acılarımda bana yol gösteren ışık tutan, silkeleyip kendime getirenlerim oldu. farklı şehirlerde farklı mekanlarda aynı ekrana bakarak birlikte gülümsediğimiz dostlarım oldu. 
burada olmak sadece yazmak değildi elbet, insan okuyucu oldum. insanlar hayatlar okudum. hiç kimsenin yüzünü gözünü merak etmedim, altında imzasına bakmadan kim olduğunu bildiğim yazarlar oldu. hepsini sevdim. 

zamanla kendi blogum bana yetmez oldu, bir istasyonumuz olsun istedim. adını istasyon cafe koyduk. bu maceraya başlarken, bana fikir eşliği yapan deli manyak güzel arkadaşım Lolla's oldu. ve daha sonra sayesinde tanıdığım Cemo benim ihmalkarlıklarımın emektarı,  blog yazarları istasyonumuzun en önemli yapı taşı oldu ve hep birlikte bu günlere getirdik. Nerden başladık nerelere geldik. 

Aslında konuyu şuraya bağlayacaktım. Hepimizin bildiği gibi İstasyon Cafe'ye yeni yazarlar katılıyor, gün geçtikçe tazelenen yazar kadromuzla daha da güçlenip güzelleşiyoruz. Hayatın her alanından bir renk bulunan, her an her şeyin yazılabildiği, gündeme ve gündelik hayatlara, edebiyattan,  etkinliklere, sinemadan müziğe magazine bir çok yazı paylaşılan, blog dünyasının güzel isimlerini bir arada tutan bir hareket meydana getirdik ve daha da güzel yerlere geleceğiz. 

Gelelim asıl bahsetmek istediğim konuya;
kapımız herkese açık olduğu gibi, blog dünyasının gizli kahramanlarına da yeni bir kapı olmak niyetindeyim buradan. bundan sonra sık sık keşfedilmemiş yazarların blogların tanıtımını yapacağım.  o kadar çok gün yüzüne çıkmamış fark edilmemiş ama yazılarını okumaya doyamadığım blog var ki, bunları gün yüzüne çıkarmanın zamanı geldi. sizlerinde keşiflerini bana bildirmeleri, ortaya çıkarmak istediği cevherleri delirapunzel@gmail.com yada istasyoncafe@gmail.com adresine link atmanızı rica edeceğim. 

son olarak aramıza katılan arkadaşlarımıza da buradan HOŞGELDİNİZ demek istiyorum, Maya, Efendisiz ve Mehmet'te kendi blogları ve yazıları ile birlikte bundan sonra cafemizde olacaklar. blog dünyasına ve cafemize hayırlı  uğurlu olsun efendim :)

17 Şubat 2011 Perşembe

aşk tesadüfleri sever evet ama mutlu sonları asla

Geçtiğimiz hafta Aşk Tesdüfleri Sever" i izledim. Papatya ile birlikte gittik. uzun zamandır görüşmüyorduk, ve uzun zamandır birlikte sinemaya gitmiyorduk. ikimizinde beklediği bu film bende tamamen önyargı oluşturmuştu. bunun sebebi ise fragmanlarıydı. fragmanlarında hayatımın filmlerinden biri olan 2003 fransız yapımı jeux d'enfant ın çakması gibi geldi. kendi kendime sinirlendim "yok artık onun da mı çakmasını yaptılar izlemicem işte" diye. Türkiye deki ismi "cesaretin var mı aşka?" olan bu film beni uzun süre etkisi altına almış, nadir filmlerden biriydi. bu yüzden çakmasına, çalıntı haline tahammülüm olamazdı.  tabi bütün homurdanmama rağmen yine de merak ettiğim için ve belki ön yargımın da gereksiz olduğunu görebilmek için izledim.  nitekim öyle oldu. iki filmde ki tek ortak nokta "hazine kutusu" ve "çocukluk aşkı"ymış meğer. çok sevindim ve çok ta beğendim. oyunculuklar çok iyiydi. altan erkekli, şebnem sönmez ve ayda aksel her zamanki gibi işlerinin hakkını vermişler. henüz izlemeyenler olduğu için ve izleyenlerinde senaryo hakkında yeterince yorum yapıp, herşey gibi bunu da çok çabuk tüketip yiyip bitirdiğimiz için hikayeden bahsetmek istemiyorum. ama teknik anlamda yazmadan geçemeyeceğim bir kaç nokta var, birincisi, dönem filmlerinde insanın gözüne gözüne sokulan detaylar bu filmde oldukça doğaldı. nostaljiyi gebertmemişler. mesela özgür'ün çocukluğundan itibaren gelişim gösteren bir müzik seti skalası var. üç ayrı döneme ait müzik setlerini dekor olarak kullanırken, bunların geçtiği dönemleri çok iyi tasfir etmişler. mesela ses kaydı yapan o minik kaset çalar, benimde çocukluğumda vardı. sonra ortaokul dönemimdeki o iki yanında biitişik kolonlu hem radyo hem kaset çalar, ve son olarak ergenlik dönemimizden itibaren bir salon eşyası olarak kullanılan kabinli müzik setleri. işlenişleri gerçekten çok keyifliydi, izleyen herkesin, en çokta 80lerde çocukluğunu 90 larda ergenliğini yaşayanların, bir aşk filmi izlemekten ziyade yakın geçmişlerine yolculuk etmeleri kaçınılmaz olmuştur. kaçırılmadan sinema keyfinde izlemenizi tavsiye ederim.

Soundtrack lere gelecek olursak, tek kelimeyle non stop dinlenebilir, tek şarkılık değil hepsi ayrı ayrı kulağa değer türden. 

filmden aklıma yapışan notlar.
  • deniz'in dedesini evde ölü buldukları sahne (6 yaşımdayken annemle bir gün eve geldiğimizde bizde dedemi koltukta ölmüş bulmuştuk, son nefesini vermek için beklemişti resmen. boynuna sarıldığımda son nefesini vermişti. denizden farklı olarak ben o kadar aptal değildim. ölümle ilk defa tanışmama rağmen dedemin öldüğünü hemen bi bakışta anlamıştım. bu yüzden filmdeki nefesimi tutarak ağladığım benim için en zor sahneydi)
  • deniz'in sevgilisine yaptığı ayrılık konuşması.... hiç o kadar dürüst oldum mu hatırlamıyorum ama "başkası mı var?" sorusu ile de hiç karşılaşmadım. 
  • özgür'ün fotoğraf makinesini satıp arkadaşıyla gitar aldığı sahne. (bende 16 yaşındayken babamın aldığı cep telefonumu satıp arkadaşımla gidip gitar almıştık. son durak mı? tabiki fotoğrafçılık :)
ooo baya da bir tiyo vermişim neyse, geri kalanları da bana kalsın.... :) 

son olarak; aşk tesadüfleri sever evet ama mutlu sonları asla!!!!

15 Şubat 2011 Salı

bir gönderilmemiş mektup daha....

biliyor musun sana hiç kızamıyorum, hatta çok kızdığımı sandığım zamanlarda bile aslında sonradan çok üzülüyorum. öfkeme hiç bir zaman sesini çıkarmıyorsun ya, her aradığımda sanki sana onca lafı söyleyen ben değilmişim gibi konuşuyorsun ya işte o zamanlarda daha çok üzülüyorum. içinde bulunduğun durum beynini uyuşturuyor ve ben buna kahroluyorum, belki de sen bana kızmayı akıl bile edemiyorsun o seni uyuşturan şeylerle... yanında olmayı öyle çok istiyorum ki, elinden alıp o zıkkımları ağzını yüzünü dağıtmak geliyor içimden. ama buna izin vermiyorsun lanet olası. sana yardımcı olmama izin vermiyorsun. utanıyorsun biliyorum. bunu söyleyecek kadar hatta. yıllar bende de hiç bir şeyi değiştirmedi, hala seni koruyup kollamanın derdindeyim. radyoda çalıştığımız yıllarda da sevgilim değil çocuğum gibiydin, üniversite için gittiğin o uzak şehirde bile, sırf derslerine ve okuluna yoğunlaşman için terk etmiştim seni. güzel güzel ayrılmıştık, yormamıştık birbirimizi hiç, hiç kavga etmedik, kırmadık kırılmamıştık. hep saygılı, hep sıcak ve hep seviyeli kalmıştık. uzun yolculuklarımızda uzun bacaklarınla sığamazdın otobüs koltuklarına, üşürdün. üzerimde ki şalı örtmüştüm bir defasında üzerine yol boyunca gözümü üstünden ayırmamıştım. biz seninle her şeyden öte çok iyi arkadaştık. ve zamana inat o büyük aşkı sadece el ele tutuşarak yaşamıştık. senden sonra kimsede bulamadığım masumiyet hep dilimde kaldı yıllarca.... 
bu ara kime baksam sana benzetiyorum. yıllardır hiç eskimeyen çocuk yüzün, utangaç tavırların, sanki herşey yolundaymış gibi gözlerinin içinin gülümseyişi onca şeye rağmen hiç değişmedi. o zamanlarda böyleydin, hala aynısın... tek farkın damarlarında, kanında ve beyninde gezen o mikrop. 
günlerdir seni yeniden tedaviye başlatabilmek için türlü planlar kuruyorum. bu gün nihayet bana güzel haberi verdin. çarşamba sabahı, yepyeni tertemiz bir hayat için adım atacaksın ve ben senin yanında olacağım güzel yüzlüm. üzülme ve korkma. esir kalmana izin vermeyeceğim. bu gece ve bundan sonra da, bütün dualarım desteğim ve varlığım seninle olacak...
***kıyamam  sana....

9 Şubat 2011 Çarşamba

bugunlerde çok içiyorum. sağlıksızım. bazen cok bazen az uyuyorum. bi türlü ortayı bulamıyorum. emniyette değilim. her an bi araba carpabilir, nefesim kesilebilir, kafama bisey dusebilir, ölebilirim. bu günlerde oldukça sinirliyim. atarımın giderimin bini bin para. herkes istedigi an gidebilir, dur'aksizim. kararsızım, net değil flu gibiyim. bu günlerde sevgisizim, kalabaliklarimda yapayalnızim. sorgusuz sualsiz sorumsuzum. bu günlerde bıkkınım, pepes etmeye meyilliyim. heran herseyden vazgeçebilirim. . . her an bir delilik yapabilirim. . .

3 Şubat 2011 Perşembe

son gelişmeler....

nereden başlayacağımı bilemiyorum. bomboş hayatımın gündemi o kadar yoğun ki, görünürde hiç bir şey yapmıyorum ama kafamın içinde milyonlarca şey var. hızlı başladığım takı tasarım çalışmalarından çabuk sıkıldım. kaldırıp attım. sonra da eve kapattım kendimi. televizyon ve bilgisayar ekseninde dönüp duruyorum. bir tarafım asosyallikten çürümeye yüz tutmuşken bir yanımda hayat o kadar hızlı akıyor ki yetişemiyorum hiç birşeye...

Geçtiğimiz hafta Celly İstanbul'a geldi. İlk buluşmamızla Türvak'ın sinema tiyatro müzesine gittik. İnanılmaz bir arşiv vardı. Eski sanatçılar, eski sinema makineleri, fotoğraf makineleri, hepsi muhteşemdi. en çokta fotoğraf makinelerinden alamadım kendimi. Savaş makinesi gibiydi hepsi. Yasak olmasına rağmen gizli gizli cep telefonumuzla fotoğraflarını çekmekte ayrı bi keyifti :) ancak bu sergide hiç hoşuma gitmeyen durumlar vardı. bunları ayrıca bir başlık altında paylaşmayı düşünüyorum.

Sonrasında geniş ailemiz bir araya geldi, Celly'nin her gelişinde toplanırız yemek yeriz.  Ama bu sefer bir amacımız daha vardı. Mısır'daki dedemizden miras kalmış onu paylaştık :) şaka şaka, yani dedemizden kaldığı doğru du ama Mısır'dan falan değil. Zaten işin o kısmı da çok komikti. Miras işinin bütün prosedürlerini büyük amcam yani Celly'nin babası halletti. Parayı pay ederken de çok komik anlar yaşandı. Bütün kardeşler ve bütün kuzenler bir aradaydık. Paralar pay edilirken herkes birbirine "aaa olmaz bak bu senin hakkın bana 50 kuruş fazla geçti" "aaa valla olmaz sen o kadar uğraştın masraf ettin bu senin hakkın" "ya ama senin şu borcun vardı al bunu sen kullan", "yok valla olmaz senin bu paraya daha çok ihtiyacın var" gibi kelimeler havada uçuştu. Babannemde küçük amcamla yaşadığı için okuma yazma bilmemesi ve para harcaması gereken  hiç bir şeye de ihtiyacı olmadığı için onun hakkına düşen parayı sayıp babanneme verirken de çok eğlendik. hayatında ilk defa bu kadar yüklü bir paraya tek seferde kendi başına sahip olan babannemin tepkileri ilginçti. hepimizin bu parayı babannemin ne yapacağı merak konusuydu. parasını tek tek saydım, paranın rengini ve adetini söyledim eline verdim. o anlar çok komikti. her kafadan bi ses çıktı ne yapacağına dair ama babannem sır vermedi :) "ben işimi biliyorum siz karışmayın" dedi. Benimse tek korkum evde kalmış kız torunları (Celly ve ben) için çeyizlik bir şeyler alıp bu parayı çul çaput çetik dantel örgü gibi şeylere harcayacak olması :) çünkü üç ayda bir aldığı bütün maaşını genelde bu şekilde değerlendiriyor kendisi :)
neyse o akşam bütün bu miras muhabbetinin üzerine düşündüm ve sevgili geniş aileme şunu söyledim. "bir mirası pay ederken bu kadar eğlenen, ve kendisinden önce diğer aile bireylerinin ihtiyaçlarını gözeten, kardeşlerin kendi aralarında bu kadar dayanışabildiği başka bir aile görülmemiştir" ve bu lafımın üzerine hepimiz gülerek muhabbetimize devam ettik :))

malumunuz şu sıralar çalışmıyorum. aylar önceden teklif aldığım bir iş vardı. Almanya Ankara ve İzmir merkezli bir haber kanalının İstanbul haber merkezi için görüşmek istiyorlardı. daha önce Ankara'ya çağırdılar gidemedim, sonra İstanbul'da görüşmek istediler yine o zamanlar çok yoğun olduğum için görüşemedim. en son İzmir'e davet ettiler geçen hafta, yine bir takım aksilikler yüzünden gidip görüşemedim, o konu da şimdilik hava da kaldı. bir hayır var ama anlamış değilim. sonuç: hala işsizim!

ve asıl bomba..... Papatya ile barıştık. Şurada yazdığım konu ile ilgili görüşmüyorduk. tam 97 gün sonunda iletişime geçtik. yirmiiki yıllık çocukluk arkadaşından vazgeçemiyormuş insan. Bu konuyu da burada fazla eşelemeden ayrı bir başlıkta daha sonra yazmak istiyorum.



ve haftanın son gelişmesi olarak ta Zaganos Paşa ile yapmayı düşündüğümüz Ankara çıkarması az önceki telefon görüşmemiz ile bir hafta sonraya rötarlanmıştır. Sevgili Cemo ve Lolla'yı da ziyaret edip kısa bir haftasonu kaçamağı yapıp, İstanbul'daki streslerimizden uzaklaşıp yollardan hırsımızı almayı planlamıştık. tabiki planımızdan vazgeçmiş değiliz. haftaya bi aksilik çıkmazsa gitmeyi düşünüyoruz. hatta ve hatta önce arabayla gitmeyi düşündüğümüz seyahatimizi daha sonra otobüs ve en sonunda da trenle gerçekleştirmeye karar verdik. Çok keyifli bir yolculuk olacağından hiç şüphem yok.....

bu arada keçi gribine tutulmuş bulunuyorum millet! yaklaşık 20 gündür üzerime yapışmış bu hastalıkımsı gribimsi lanet şey dün akşam yoğun bir şekilde kendisini gösterdi. hayır yatak döşek yatırıp beni kendimden geçirse daha mutlu olacağım. ama sadece üst solunum yollarımın tıkanması, beraberinde baş ağrısı ve nöbetler halinde vuku bulan sıtma ve şiddetli halsizlik hissinin tam geçti dediğim anda yeniden başlaması beni canımdan bezdirdi.  sabırsızlıkla bu hastalıkımsı şeyden kurtulmayı bekliyorum....

şimdilik benden bu kadar, daha odamı toparlayıp küçük çapta bir temizlik yapmayı düşünüyorum. akabinde dışarı çıkıp fatura ıvır zıvırları için bankalara gitmem gerekiyor. nasıl gözümde büyüyor anlatamam.
hadi çok oyalandım..... öperim...